30 Mart 2014 Pazar

Cilt hastalıkları…..



Bütün “hastalıkların” sebebi zihinde, kişideki mevcut düşünce sistemindedir. Ve her “hastalık” bize hangi düşünce veya duygunun herhangi bir semptomun altında yattığını açıkca anlatır. Bilmek gerekir bunu…
Cilt hastalıkları olanlarda, özellikle kronik vakalarda, örneğin sedef hastalarında, genelde saklı, çözülmemiş derin bir öfke mevcuttur zihinlerinde. Bu öfke düşünce ve duygularının sebebi bulunmadıkça ve yüzleşilmedikçe asla bir iyileşme söz konusu olamaz, her ne kadar geçici olarak hafifleme veya semptomların giderilmesi başarılsa da ilaç ve şifa yöntemleri ile. Her şeyin kaynağı ve sebebi zihinde ve mevcut olan kompleks düşünce sistemindedir. Elbette sadece bu deri hastalığı ile sınırlı değildir ama en bariz bir şekilde deride ortaya çıkar. Ve öfke büyüdükçe, derinleştikçe, deri hastalığı o kadar büyür, yayılır. Ve bununla beraber Karaciğere de bakmak gerekir çünkü, bu organ her türlü öfke enerjisini içinde tutar.
Ayrıca bu kişi az ya da çok “saldırgan” olabilir çünkü, an gelir öfkesini dizginleyemez. Deri hastalarının genelde “bana dokunma” duruşu vardır kendilerinden bile sakladıkları. Onlara bir nevi “dokunma özürlü” olduklarını da söyleyebiliriz. Yani ne doğru düzgün dokunurlar ne dokundururlar. Bu duruş herhangi bir şekilde zihinde gizli bir travmadan ortaya çıkmış olabilir. Şiddet, taciz gibi şeyler yaşayanlarda veya kendilerini dışlanmış hissedenlerde böylesi semptomlar oluşabilir. Ve kişi eğer bu sorunu ele alıp çözmez ise, tüm ilişkilerinde er ya da geç büyük sorunlar ve dengesizlikler yaşayabilir. Bu kişilerin genelde bir iletişim sorunu olur. Bu nedenle doğal tıp yöntemlerinde “deri sorunları karaciğer sorunlarıdır” diye geçer. Ve tedavisi ancak kaynağında mümkündür: zihinde!
Ve her şeyin ilacı SEVGİDİR. Kendini gerçekten sevgiye teslim eden, onun şifasını er ya da geç yaşar.
ALINTIDIR….

24 Mart 2014 Pazartesi

İlkbaharda Beslenme
İnsan vücudunun mevsimlerle beraber anlaşılabilen özel bir yapısı vardır ki; kış şartlarına uyum sağlayan vücut, baharın gelmesiyle ve havaların ısınmasıyla birlikte yeni bir uyum sürecine girer. Kışın, vücudu kaplayan deri ve altındaki damarların hacmen küçüldüğü ve büzüldüğü tespit edilmiştir; bu vücudun ısı kaybını engelleyen bir savunma biçimidir. Bu toparlanma sırasında damarlar daraldığı içinde tüm kan beyin, kalp, böbrekler ve diğer organlarda yoğunlaşır. Havaların ısınmasıyla bu durum tersine dönmeye başlayacaktır; damarlar genleşecek ve organlarda yoğunlaşan kan kütleleri bütün vücuda daha homojen olarak ve daha süratle dağılabilecektir.
Bahar aylarında sıklıkla; alerjik reaksiyonlar, kalp ve dolaşım sistemi hastalıkları, romatizma, solunum yolu hastalıkları ve mide rahatsızlıkları artış gösterir. Her canlı gibi bizler de bu günlerde değişen hava koşullarına ayak uydurmaya çalışırız. Kimi zaman bu uyum süreci çeşitli rahatsızlıklar nedeniyle zor geçebilir. Mide yanmaları, psikolojik bunalımlar, çarpıntı, kas yorgunluğu ve uykuya meyil gibi şikayetler; uyum döneminde en sık karşılaşılan fiziksel şikayetler arasında yer alır. Sık görülen rahatsızlıklardan biri mide hastalıklarıdır. Organların hassasiyeti baharda kanın organlardan çekilmesinden kaynaklanır. Kanın iyice azaldığı mide, daha fazla asit üretmeye başlar. Mide kanamalarını da bu dönemde daha sık görülür. Özellikle gastrit, mide ve oniki parmak bağırsağı ülseri olanlarda hastalık nüksleri daha çok görülebilir.
Yani anlaşılacağı üzere, kış süresince hastalıklara açık olduğu kadar kuvvetle savunma halinde olan bedenimiz; baharın gelmesiyle savunma hatlarında gevşemeler oluşturur. Otoimmün (iç-bağışıklık) neferlerinin tembelleşmeye başladığı bu günlerde, takviye kuvvet çağırmak en iyi fikir gibi… Doğru beslenmek ise en güçlü takviye!
Baharda artan mide hastalıklarının ve bahar yorgunluğunun önlenmesinde nelere dikkat edilmeli?
Sindirimi kolay olan besinler seçilmeli, düzenli aralıklarla sık ve küçük öğünlerle (gün boyu en az altı kez) beslenilmeli,
Besinler acele etmeden, yavaş yavaş yenmeli,
Besinler uzun uzun ve dikkatle çiğnenmeli, hızlı yemekten kaçınılmalı,
Sebze ve meyveler bağışıklık sisteminin güçlendirilmesini sağlayan, artan vitamin ve mineral ihtiyacının karşılanması açısından önemli bir besin grubu olduğu için özellikle koyu yeşil, sarı, turuncu, kırmızı, mor sebze ve meyveler (ıspanak, karalahana, brokoli, pazı, brüksellahanası, turp, şalgam, pancar, kereviz, domates, havuç, limon, kuşburnu, elma, kivi, portakal, mandalina gibi) bol tüketilmeli,
Mevsimin özelliğini taşıyan sebze ve meyveler tercih edilmeli,
Geceleri geç saatte yemek yemekten kaçınılmalı, ağır ve yağlı yemek yememeye özen gösterilmeli,
Kahve, çay, soğuk meşrubatlar, kakao ve benzerleri gibi kafeinli içecekler azaltılmalı,
Kahve yerine rahatlatıcı ve bağışıklık sistemini güçlendirici yeşil çay, kuşburnu, papatya, adaçayı gibi bitki çayları tercih edilmeli,
Et ve protein içeren yiyecekler, özellikle kızartıldığında asit ve pepsin salgılanmasını uyarır; bu nedenle bu besinlerin miktarı azaltılarak mideyi daha az uyaran haşlanmış veya ızgara yiyecekler tercih edilmeli,
Mide asit içeriğini artıracağı için meyvelerin ve sebzelerin özellikle fazla asitli olanlarının tüketimine dikkat edilmeli,
Baharatlı, asitli, acılı besinlerden ve salamura gibi mideyi rahatsız edecek besinlerden uzak durulmalı,
Besinleri çok sıcak veya soğuk olarak tüketmek mideyi rahatsız edeceğinden besinlerin tüketim sıcaklığına dikkat edilmeli,
Her gün 10-12 bardak su tüketilmeli,
Düzenli olarak haftada 3 gün 45 dakika süre ile yapılacak tempolu yürüyüşü içeren aktif bir yaşam tarzı benimsenmeli,
Alkol ve sigara kullanılıyorsa mümkün olduğunca azaltılmalı,
Midenin duvarlarını tahriş etmemek için mide boşken öğünlerden önce sigara ya da içki içilmemeli,
Uyku ritmine dikkat edilmeli düzenli olarak, her gün yedi-sekiz saat uyumaya çalışılmalı,
Stres azaltılmalıdır.
Destekleyici öğeler

Bahar yorgunluğunu aşarken doğal besinlerin yanında diyet, bu süreci kısaltacak birtakım öğelerle de desteklenebilir. Magnezyum, potasyum, çinko: Doğru planlanmış bir magnezyum, potasyum, çinko destek programı iyi sonuç verebilir. B grubu vitaminleri: B kompleks vitaminleri, karbonhidrat metabolizması, enerji üretimi ve vücuttaki diğer metabolik reaksiyonlarda, zihinsel yorgunluk ve streste, bağışıklık sistemini güçlendirmede, anemide, büyümede, sinir sistemi, kalp ve cilt sağlığında oldukça önemli bir gruptur. Özellikle B12 vitamini bağışıklık sistemini destekleyerek kan hücresi üretimini artırır.
C vitamini: Böbreküstü bezini destekler, bağışıklığı güçlendirir.
Ekinezya: Yorgunluk sorunu olanlarda, özellikle bağışıklık sistemi sorunlarının eşlik ettiği gözlenirse bu bitkisel destekten de yararlanılabilir.
Ginseng: Enerji verici etkileri nedeniyle çok yaygın kullanılan bir bitkisel destektir.
Sağlıklı beslenme ve diyet uzmanı: Taylan Kümeli

20 Mart 2014 Perşembe

‘Kendimiz’ Olan Hazinenin Farkında mıyız?

Yazar: Hale Karaarslan 

Yaşamı şükranla kabullenebilmek, sizi çevrenizde var olan karmaşa, acı, yas, öfke, depresyon duygularından çok farklı bir vibrasyonda tutacağından, onlardan etkilenmeden varoluşun keyfini çıkartabilirsiniz diyorlar. Bunu ne kadar yapabiliyoruz dersiniz?
Acı, yas, öfke vb. hallerine giren kişi, bu örtülerinden soyunmuş mudur ki, yaşamı şükranla kabul edebilsin? Tüm bu haller aralıklarla geliyor her birimize. Anlık tepkiler, anlık düşüşleri getiriyor. Beklentilerimiz var. Niye beklentiler içine giriyoruz? Beklentilerimiz giderildiğinde de yine doyum bulmuyor, kendimize yeni beklentiler yaratıyoruz. Egonun oyunları içinde kaybolup, kendimizi bulamıyoruz. Oysa aradığımız ‘kendimiz’ iken, niye saklıyoruz, saklanıyoruz? Kendimizle bir çeşit oyuna mı giriyoruz yoksa? Ara-bul oyunu! Yine izleyiciyim kendime… Ben kimim?
Sen kimsin ve neden kendinle bu oyuna giriyorsun? ‘Kendin’ sandığın rollere giriyorsun. Sen rollerin misin? Geçen gün okuduğum bir yazıda şöyle anlatılıyordu; alışverişe çıktığımızda bir dükkana girdiğimiz anda müşteri rolüne giriyoruz. Bizimle ilgilenen mağaza görevlisi de, tezgahtar rolünde. Kalıplaşmış cümlelerle biribirimizle ilişki kuruyoruz. Samimi bir ilişki değil bu. Sahte, rollerimizin gereği bir iletişim. Oysa biz ne müşteriyiz, ne de tezgahtar. Bilinçli insanlar olarak ne yapıyoruz, içten, samimi bir iletişime girebiliyor muyuz? Aslında her defasında ertelediğimiz kendimiziz. Üzerimize kat kat örtüler dolayarak kendimizi, saklıyor, sonra yine kendimizi arıyoruz. Bu nasıl bir çelişki?
Kendimiz olmayan o örtüleri fark ettiğimiz anda soyunmak kalıyor geriye. İşte o anda, varoluştaki en basit şeyi yapıyoruz… ‘Kendimiz olmak!’
Tüm o toplumsal fikirler, haller ‘Biz’ değiliz. Ego bizi zihnin tuzaklarına götürür. Bir çeşit cehennem. Kendi kendimize bu cehennem çukuruna kendimizi düşürüyor, sonra da acı içinde yanıp, kıvranıyoruz. Egoyu farkedebildiğimizde ise, cennet yanı başımızda tüm ihtişamıyla bize hizmet için oradadır. Güzelliğin tadını çıkarmak, zevkle, keyifle yaşamak, sevinç ve coşku içinde olmak. Doğamız bu. Ve bizim, ‘biz’ olmayan rollerde, mutsuzluk tuzaklarında işimiz ne? Bu kadar hafif olabilecekken tüm o örtüleri neden taşıyoruz? Kendinin, kim olduğunun bilinci özgürleştirici. Anda bunun farkında varabilirse, açık bir bilinçle, uyanık zihinlerle olabilirse insan, egonun tuzaklarına da düşmez.
Mutsuzluk, acı, öfke… Bunlar gerçekte var mı? Ya da tüm bunlar ‘biz’ miyiz?
Birisi olmaya çalıştıkça nasıl kendimiz olarak kalabiliriz ki? Öyleyse tüm bu roller içinde sen hangisisin? Ben kimim? Çok özel biriyim. Çünkü ben eşsizim, değişiğim, güzelim vs. Kim değil ki?
Peki ya hiçbiri olmak? Kim hiçbir şey olmak ister?  Nasıl gözden kaçırıyoruz varoluşun o doğallığını? Sürekli bir şey olmaya çalışarak yaşamlarımızı yaşanmaz hale getiriyoruz. Sonra da tüm bu ağırlıklar, yükler altında eziliyoruz. Bir yere, bir şeye ait olmak, öyle tanımlanmak bize hoş geliyor. Güya öyle olmayanları itiyoruz. Ne hakla? Bunca aklımızla, zekamızla övünürken bir illüzyon pelerinini örtüyoruz üstümüze kendi ellerimizle ve açmayı aklımıza bile getirmiyoruz.
Çocukken büyüklerimiz bize sürekli şöyle ol, böyle ol, iyi ol, terbiyeli ol, uyumlu ol, nazik ol, temiz ol, hanımefendi, akıllı kız ol, iyi bir eş ol, anne ol, evlat ol, hakim, savcı, avukat ol, doktor, vali ol, hep en iyi, en güzel ol ol, ol, ol ol…
Tüm bunları olmaya çalışmaktan kendimiz olamadık!
Peki, ya ne zaman ‘kendimiz’ olacağız?

18 Mart 2014 Salı

Yedi Beden
Bu yazıyı farkındalık olması niyetiyle paylaşıyorum.
Piyasaya çıkalı iki hafta olan "Ezoterik Psikoloji / Enerji ve Bilincin Derinliklerine Açılan Kapılar" Osho'dan çıkan bir kitap.
Aslında bu alanda yazılmış bir çok kitabı okumama rağmen, bedenlerden söz eden en iyi kitap bile diyebilirim; hem bedenler açıklanıyor ilişkili şekillerde hem de rüyalarla bağlamı, rüyaların psikolojisi, büyümenin önündeki engeller gibi önemli konular anlatılıyor.
Bazı bölümleri, uygun olabildiğince paylaşıyorum.
"Biz yedi bedene sahibiz; fiziksel, eterik, astral, zihinsel, spiritüel, kozmik, nirvanik bedenler vardır.
Geleneksel metotlar çok eski oldukları ve geçmişte pek çok insana yararlı oldukları için çekici geliyor. Artık işimize yaramıyor olabilirler ama Buda'nın Mahavira'nın Patanjali yada Krishna'nın işine yaradılar. O zaman için anlamlı ve yararlıydı. Eski metotlar şimdi belki anlamsızdılar ama onlarla başarılı olduğu için hala geçerli oldukları düşünülüyor. Gelenekçiler, onları kullanarak başarıya ulaştıysa, ben neden ulaşamayım diye hissediyorlar. Ama artık her şey tümüyle farklıdır. Bütün atmosfer, bütün düşünce küresi değişti. Her metot belirli bir zihin, belirli bir kişi, belirli bir zihin için uygundur.
Geleneksel metotların sistematik olmalarının nedeni eski çağlardaki insanlar için geliştirilmiş olmalarıdır. Modern insan yok yeni bir olaydır. Yani geleneksel yöntemler etkinliğini yitirdi denebilir.
Geçmiş zamanlarda Hatha yogilere ilaç yasaktı, kesinlikle izin verilmezdi, çünkü kimyasal değişiklikler metodu yalnız zorlaştırmakla kalmaz, aynı zaman da zararlıdır da. Günümüzde tüm atmosfer yapay; hava, su, toplum, yaşam koşulları... Hiç bir şey doğal değil. Yapaylığın içine doğuyorsun ve onun içinde gelişiyorsun. Bu yüzden geleneksel metotlar artık zararlı. Modern duruma göre değiştirilmeleri gerekiyor.
Raja yoga dördüncü bedenle başlar. Yalnız Hatha yoga birinci bedenle başlar; diğer yogalarda bir yerden başlar. Ve medeniyet dördüncü bedene doğru ilerlemeye başladıkça pek çok kişi buradan başlayabilecektir. Ama onlar geçmiş yaşamlarında ilk üç beden üzerinde çalışmışlarsa dördünce beden kullanabilir. Raja yogayı kitaplardan, swamilerden, ya da gururlardan ilk üç beden üstünde çalışıp çalışmadıklarını bilmeden öğrenenler hayal kırıklığına uğrayacaklar çünkü dördüncü bedenden başlanamaz. İlk üç geçirilmesi şarttır. Ancak ondan sonra dördünce gelir.
Dördüncü başlanacak son bedendir; dört yoga vardır: hatha yoga birinci beden için, mantra yoga ikinci beden için, bhakti yoga üçüncü için ve raja yoga dördündü içindir. Eski zamanlarda, herkesin birinci bedenden başlaması gerekiyordu. Fakat şimdi pek çok tipte insan var. Birisi geçmiş yaşamında ikinci bedene kadar çalışmıştır, bir diğeri üçüncü bedene vb. ama rüya görmek söz konusu olunca, birinci bedenden başlamak zorunluluğu vardır. O zaman tüm kapsamı ve spektrumu bilebilirsin.
...................
Beşinci bedenden sonra başka bir yere başka bir boyuta hareket devam eder. Birinci bedenden dördüncüye kadar hareket dışarıdan içeriye doğru; dördüncüden beşinciye kadar ise aşağıdan yukarıyadır. Beşinciden sonra egodan egosuzluğa doğru gidilir."
El yordamıyla aramaya devam et ve başarısız olmaktan korkma.
Başarısızlıkları kabul et, fakat aynı hataları tekrar işleme.
Hepsinden bir kez; bu yeterli.
Hakikati ararken hata yapmaya devam eden kişi her zaman bağışlanır.
Bu varoluşun en derinliklerinden verilen bir sözdür.
Osho
Aşkla, 
DOĞAN CÜCELOĞLU'NDAN MUHTEŞEM BİR YAZI-
İnsanın Anavatanı Çocukluğudur
Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
- Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
- Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinizi katıldım. Hayatım değişti. O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
- Ne oldu, nasıl oldu?
- Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın anavatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.”
Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
- Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm. Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
- Hayır, neden?
- Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu. Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum. Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
- Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
- Radikal bir karar!
- Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam. Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
- Eşiniz ne dedi?
- Hocam biliyor musun ne oldu?
- Ne oldu?
- Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış! Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”
- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
- Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim. Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
- Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
- İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım. Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti. “Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
- Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
- İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim! Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
- Eşiniz gelmek istemedi!
- Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye. Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler. Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”
- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
- Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım. İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım. Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur. Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler. Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler. Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!
Doğan CÜCELOĞLU

Öfkeyle geçen her dakikanız, mutluluğunuzu çalar...

Eski çiftlik evini restore etmek için tuttuğum marangoz, işteki ilk gününü
zorl
ukla tamamlamıştı.
arabasının patlayan lastiği onun işe bir saat geç gelmesine neden olmuş,
elektrikli testeresi iflas etmiş ve şimdi de eski püskü pikabı çalışmayı
reddetmişti.
Onu evine götürürken yanımda adeta bir taş gibi oturuyordu.
Evine ulaştığımızda beni, ailesiyle tanışmam için davet etti. Eve doğru
yürürken küçük bir ağacın önünde kısa bir süre durdu, dalların uçlarına her
iki eliyle dokundu.
Kapı açıldığında; adam şaşırtıcı bir şekilde deşişti. Yanık yüzü tebessümle
kaplandı, iki küçük çocuğunu kucakladı ve eşine kocaman bir öpücük verdi.
Daha sonra beni arabaya yolcu etmeye geldiğinde; ağacın yanından geçerken
merakım daha da arttı ve ona eve giderken gördüğüm olayı sordum.

"O, benim dert ağacım," dedi. "Elimde olmadan işimde bazı sorunlar çıkıyor, ama şundan
eminim ki o sorunlar evime, eşime ve çocuklarıma ait değil. Bunun için bu
sorunları her akşam eve girerken o ağaca asıyorum.
Sabahları tekrar onları oradan alıyorum. Ama komik olan ne biliyor musunuz?
Ertesi sabah onları almaya gittiğimde, astığım kadar çok olmadıklarını
görüyorum."

Öfkeyle geçen her dakikanız, mutluluğunuzdan çalınmış 60 saniyedir.

15 Mart 2014 Cumartesi

Dilediğiniz gibi geçireceğiniz bir hafta sonu olsun,,:)..
(Fotoğraf: Durusu gölü; İstanbul'da ve cevresınde yaşayanlar için hafta sonu güzel bir seçenek olabılır.)

Gönlünü hoş tut sen, Sabreden erer,
Sevenlerin duası her yerde geçer,
Mutsuzluk dediğin durmaz gider,
Dönecek devrandan şüphen mi var..?

Hz.Mevlana
 — Durusu ( Terkos ) Gölü'de.
DÜŞÜNCEMİZE HAKİM OLABİLMEK
KİBir insan kendini ne kadar değerli ve güçlü hissederse o kadar değerli ve güçlüdür
Başarısızlığın,hastalığın ve zayıf insan ilişkilerinin arkasında hep korku vardır.
Milyonlarca insan geçmişten,gelecekten,yaşlanmaktan ve ölümden korkar.
Ancak korku , zihindeki bir düşüncedir.Bu da kendi düşüncelerinizden korktuğunuz anlamına gelir.
Düşünceler yaratıcı olduğundan korktuğunuz başınıza gelebilir.
Düşüncelerinize hakim olmayı bilmelisiniz.
İyi şeyler düşünürseniz başınıza iyi şeyler ,kötü şeyler düşünürseniz kötü şeyler gelir.
Dr.Jozeph Eddie Murphy

13 Mart 2014 Perşembe

İnsanları tanıma sanatı ne kadar incelikler içerir. Karşınızda kendine has özellikleri olan, yaşam yolunda sizden farklı binbir tecrübe yaşamış bir gizem durmakta. Bu gizemin sırrını çözmek gerçekten zor. Dışarıya sunulan vitrin değil benim çözmekten bahsettiğim, gerçek öze ulaşmak.
Belki de mesleğim gereği insanları gözlemlemede üstad olduğumu zannederim. Hani insan sarrafı derler ya, kendime yakıştırırım bu ifadeyi. Görür görmez anlarım derim, benden kaçmaz derim. Fakat bilirim ki bunlar sadece benim kendime biçtiğim payeler.
Gerçekten ne kadar zordur bir başkasını tanımak. Her insan ayrı bir macera benim için. Ben gizemli maceraları severim. Fakat maceraya atılmadan önce mutlaka donamımım hazır olmalı. Maceraya çıkmadan önce cebime aldığım üç yardımcım var:
Gözleri okuma sanatı,
Dili çözme sanatı,
Hisleri dinleme sanatı.
Gözler gerçekten kişinin ruhuna ve özüne direkt olarak açılan bir penceredir. Tüm sevgiler, kızgınlıklar, düşmanlıklar, niyetler göz ekranından size sunulur. Kişi herşeyini saklayabilir ama bakışındaki hisleri saklayamaz.
Belli eder canım gözler sevginin pırıltısını, öfkenin yakıcı enerjisi bir kılıcın çeliğindeki parıltı gibi çakar ta içinize.
Ah, hele bir de güldümü içleri, sıcaklığı ta derininize işler. Ama nefretin soğukluğu da ürpertir tepeden tırnağa. Gözleri okuma sanatına sahip olmak lazım yeni birini tanımak için.
Diğer bir yardımcım, dili çözme sanatı. Kişi ne olursa, nerede durursa dursun aslında söyledikleriyle gerçekler kendisini. Öz neyse, söz odur. Herşey tamam olsa da ağızdan çıkan bir kırıcı laf, kontrolden çıkan bir ok gibi sevenin gönlünde derin yaralar açar. Karşınızdakinin konuşma şekli, vurguları bir yana içeriği en önemlisidir. Doğru olmayan bir zamanda edilmiş bir ufacık söz yaptıklarınızın bir kalemde silinmesine yol açar. İçinizdeki kaynayan kazanları ortaya çıkarır, çırılçıplak kalırsınız orta yerde. O yüzden hem başkasını tanımak için hem de kendinizi tanıtabilmek için bu silahı iyi kullanmalıyız. Hele yaratımın bu kadar arttığı bir dönemde ağzımızdan çıkanın gücünü de düşünürsek o kadar önemli ki konuşma kontrolü sağlamak. Bin düşünüp bir konuşmalıyız.
Mevlana ne güzel demiş
"Her dil, gönlün perdesidir. Perde kımıldadı mı, sırlara ulaşılır."
Niyetimiz gönüllerin perdesini kaldırdığımızda karşımıza güzellikler dolu bir cennetle karşılaşmak.
Benim için dil ve göz ne kadar önemli olsa da esas olan hislerim, yani gönül gözüm. Bizler maddesel dünyada kendimizi dinlemeye o kadar uzaklaşmışız, o kadar sağırlaşmışız ki içseslerimize. Bilgiyi dışarda aramamız öğretilmiş, elinle tutamadığın yoktur denmiş. Aslında tüm bilgi kendi içimizde, özümüzden sürekli bir akış var zihnimize. Tüm olmuşlar ve olacakların bilgilerinin kaynağı dururken başka bir kaynağa ne hacet.
Bir kişiyle karşılaştığımda içim söyler zaten nasıl biri olduğunu. Daha odaya girdiğinde ruhsal titreşimleri algılarıma ulaşır. Kim iyi, kim kötü, kim hayırlı gösterir bana çıplak yüzünü. En önemlisi de hiç yanılmaz.
Göz saklanır, dil yalana bulanır ama gönül gözü görür içerdekini.
Sevgiyle kalın
Erkan Sarıyıldız

11 Mart 2014 Salı

Kendini Bul’ma Vakti

Yıllardır şifa yöntemleri ile uğraşır dururum. Çocukluğum olmasa bile gençliğimde toplumsal sorunlara bakıp insanların çektiği acıları sonlandırmak isterdim. Bunun için kimi zaman ülkenin yönetimini ele alıp toplumsal refah ve özgürlük dağıtırdım, kimi zaman da hayallerimi küçültür bir fabrikatör olur personele, ev ve araba alırdım. Herkesin yaşamını özgür bırakırdım ve ortak kazanıp ortak yaşardık.

Murat Tali’nin küçük komün hayatının bir yansımasıydı düşlerim. Hayat içinde yolculuklar yaparken patron ya da başbakan olmanın bir yerde yetersiz olduğunu görüp, tanrı olup tüm dünyaya özgürlük vermeyi bile düşünmeye başlamıştım. Öyle ya hepsinin sınırı vardı fakat yaradanın bir sınırı yoktu onun gücü her şeye yeterdi.

Derken insanlara özgürlük vermenin ve onlar için güzel şeyler yapmanın yollarını aramaktan ve hüzünlerini taşımaktan kendimi yitirmeye başladığımı görmeye başladım. İnsanların mutsuzluğu ile mutsuz olan, onların ezilmişliğine başkaldıran, onlar için gidip patron ile kavga eden ve isyan eden ben, onların kayıtsızlıkları yüzünden hasta olmaya başlamıştım. Sanırım tanrı bile gelse kurtaramayacaktı beni. Yolculuğum devam ederken, devrimler yapıp özgürlükler elde etmeye başlıyordum. Bu devrimleri ülkelere değil fakat kendi içimde yaparak yaşıyor ve yaratıyordum. Günler haftaları, haftalar ayları, aylar da yılları devirirken büyümeye ve hayatın içinde rollerimi görmeye başlamıştım.

Büyüyen ben, artık insanların mutluluğu için çalışmayı bırakmış mıydı? Yoksa, başka bir yola mı çıkmıştı?
Tekdüze giden yaşamın içinde başkalarının özgürlüğünü ve mutluluğunu düşünmek ve onlar için mücadele edip ölüme kol kanat germek aslında kendi özgürlüğünü ve mutluluğunu talep etmekten öte değildi, bunu görmekle başladı yoldaki farkındalığım. Ben özgür olmadan özgür kılamazdım insanları. Ben mutlu olmazsam mutlu kılamazdım halkları. Benim mutsuzluğum ile ancak umutsuz yarınlara kapılırdı bu halk öyle ya kendine faydası olmayanın ona ne faydası olacaktı?

Yürümekle yollar aşınmaz, diyerek kendi içime doğru yola çıktım. Gördüm ki yürürken yollar gerçekten aşınmıyormuş. Aşınan bilincimin ve yollara savrulan fikirlerimin gölgesinde yürümeye devam ettim. Yine yol kenarlarında yüzü mutsuzluk ile çevrili insanlar var ve yine sancıları yüreklerinde anneler ve babalar. Onlara bakıp mutluluk oyunu oynamak ahmaklık gibi geliyordu bana. Bir gerçeklik vardı ki acı çeken insanlar çok fazlaydı. Düzgün dağıtılmayan gelir, adaletsiz eğitim ve insanlığı yok sayan bir sağlık sistemi içinde kocaman mutluluklardan bahsetmek Polyannacılık mıydı gerçekten?

Derken, aşındırdığım ömrümün kilometre taşlarında ihanete uğrayan düşlerimin, mücadelelerimin, seslenişlerimin esiri olmayı reddederek kendi yoluma çıkmaya karar verdim. İnsanların acılarını ve mutsuzluklarını yok etmeden önce kendi acılarımdan ve mutsuzluklarımdan sıyrılmalıydım. Bu fikre ilk kapıldığımda ise aklıma gelen soru şu olmuştu Ben Kimim? Evet neyin peşindeydi ki bu zihin ve beden bileşkesi böylesine bir amaç için kendine varmaya karar vermişti.

Ben Kimim sorusunun yanıtını ilk bulacağım yer kitaplardı, onlarca kitabın içine girdim, yüzlerce fikir, on binlerce düşüncenin arasında yoğrulmaya başladım. Bana göre doğrular vardı, yazarların doğruları vardı, akımların ve inançların doğruları vardı. İyi de hangisi benim doğrum olacaktı bunların? Öyle çoktular ki aralarında ben kaybolup duruyordum. Ne olmam gerektiğinden çok nasıl OL’mam gerektiği sorusu bu sefer etrafımda dolanmaya başladı. Öyle ya nasıl OL’acağım, nasıl kendime varacağım? Kocaman bir yolculuğa çıktığımı o zaman fark ettim. Çok uzak bir ülkeye göç eden bir mutluluk arayıcısı olmuştum. Kitaplar içinde boğuluyor, doymuyordum. Her an başka bir kişisel gelişim kitabında; ’Bu benim’ diyordum. Her çıkan öğretinin içinde kendimden parçalar bulmaya devam ediyordum. Yolculuk giderek karmaşıklaşmaya başlamıştı. Her an bir doğumu yaşıyor gibiydim. Her an başka bir ben ile karşılaşmak, sürprizler yaşamak günün olağan davranışları haline gelmişti.

Hayatın içindeki Ben’leri bulmak o kadar zordu ki hangisine yapışsam bu benim diye, bir balon gibi patlıyor ya da elimden uçup gidiyordu. Olgunlaşmamış bir meyve tadında idi öğretiler ve acı geliyordu lezzetleri bana. Bir şeyi fark ediyordum bu yolculukta; insanların mutsuzluklarının ve acılarının nedenlerinin kendi tercihleri olduğunu görüyordum, hem de çok net. Öyle bariz bir haldeydi ki ruhları sanki acılar denizinde yüzmeye gelmiş gibiydiler. Tercih şansları varken onlar en kolayını seçip kendilerini yaşayan ölüler sınıfına koymuşlardı. Onların acılarını reddettiğim zaman, mutluluğa bir adım yaklaştığımı fark ettim (Burada acılardan sıyrılmak, tepkisiz kalmak olarak nitelendirilmemeli). Evet mutlu olmak kolaydı, zor olan acı çekmekti ve insanlar aslında en zor olanı yapıyor ve yaşıyorlardı.

Ruhsal gelişim sürecine ilk adımı attığımda etrafımı saran öğretilere sarıldıkça karşıma çıkan terimleri özümsemek ve içselleştirmek gerçekten çok zor oldu. Farkındalık, aynalık, tezahür, tasavvuf, dinler, mistizm, hayat, kader, tecrübe, ışık beden, foton, enerji, kuant, spritüel, ruh, sevgi ve gelecek derken bitmek tükenmek bilmeyen bir bilgi denizinin içinde öze ulaşmanın yöntemlerini öğrenip kendi hayatıma katmaya çalıştım.

Bedeni doyurmak çok kolaymış, bedenin susuzluğuna derman bulmak da öyle. Fakat ruhu doyurmak ve onun susuzluğunu beslemek gerçekten çok zormuş. Ruhunun aşçısı olmaya aday o kadar çok kişi ile karşılaşıyorsun ki kimi üstad, kimi mürşit, kimi şeyh, kimi pir oluyor. Her birinin kendi deneyimi ve tecrübesi ve yorumu ile çizdiği yolda sen de yürümeye başladığında bir yerden sonra kendini sorgulamaya başlıyorsun. Bu değil, bu da değil, bu hiç değil. Öyle ya farkındalıkların ile yürüyorsun yolda. Onun tecrübesi ile edindiği gerçeklik senin gerçekliğin olmuyor çünkü senin tecrübelerin çok farklı ve deneyimlerin de öyle. Aldığın sadece bilgi oluyor. Bilgiyi harmanlayıp kendi özüne dönmek ve benliğine varmak da bu bilgileri içselleştirip hayatına katmaktan geçiyor.

Sen damla olunca, bilgi kocaman bir deniz haline geliyor. Denizin içinde iken ona ait hissediyorsun kendini oysa sen deniz değilsin, deniz de sen değil bunu biliyorsun. Sen aslında bir damlasın, bir su damlası. Tıpkı denizin de su olduğu gibi. Burada denizin kendisini fark etmesi gerekiyor yani su olduğunu bilmesi gerekiyor ki seni kendi içinde kaybetmesin. Fakat bu kolay değil. Çünkü her an bir başka damla denize dökülüyor ve çoğaltıp taşırmaya çalışıyor o denizi. Bir an geliyor öyle çoğalıyor ki damlalar deniz bile deniz olduğunu unutuyor. Onun bile kendi doğrusu kalmıyor çünkü biliyor ki o da bir damla aslında.

Bir kitabın içindeki her bir harf için de bu böyledir. Bütünde bakınca sadece bir kitap görürsün fakat kapağı açınca içinde on binlerce kelime yüz binlerce hatta milyonlarca harf bulursun. Hepsi toplanıp sana seni anlatmaya çalışıyorlar. Ne güzel değil mi? Yaşadığın binlerce, on binlerce gün ve onlar içindeki yüz binlerce an içindeki sen gibiler hepsi. Öylesine serpiştirilmemiş ve gelişigüzel konulmamışlar. Hepsi bir nizam ve düzen içindeler. Noktalama işaretleri ile durması, coşması, korkması, susması, şaşması ve nefes alması gereken yerler tek tek orada duruyor. Biz de bir kitap gibiyiz değil mi? Eşlerimiz ve durgunluklarımızın içinde toplanan acılarımızdan, mutluluklarımızdan, sevinçlerimizden, hüzünlerimizden ve yalnızlıklarımızdan sıyrılıp özgürleşmenin yani kitabın sonuna varmanın hedefindeyiz.

OL’mak kolay değil, olmanın yolları ise bin bir türlü. Karşına çıkan şaklabanlar, oyunbazlar, düzenbazlar, din tacirleri, ahmaklar, paragözler ve sahtekarlar arasında doğru kişiye ulaşmanız elbette kolay olmayacaktır. Siz içinizdeki sesi dinleyip kendi yolunuzu çizmelisiniz. Aldığınız karar ne olursa olsun onun arkasında olmalısınız bunu yaparsanız ki adına kabul demek en doğrusu olur- attığınız adımlar ve önceniz canınızı yakmaz. Çünkü gerçekten tercihinizi yaşıyor ve kendinizi gerçekleştirmeye çalışıyorsunuz.

Ruhunuzun sancısını attığınızda bedeniniz sadece ona eşlik eden bir çiçek oluyor. İnsanın ruhu acıdığında bedeni kendisini terk ediyor, hastalanıyor ve düşüyor. Bu yüzden önceliğiniz ruhunuzu özgürleştirmek ve onu mutlu kılmak olmalı. Dünyanın tüm acı çeken insanlarının hayat amaçlarını tekrar elden geçirmeleri gerekiyor ki mutluluğa adım atsınlar. Bize öğretilen acı çekerek olgunlaşma fikrini ise terk edin. Çünkü insan mutlu olarak da olgunlaşıp kendini bulabilir. Mutlu bir dünya için yol önderi arayan herkese söyleyeceğim tek bir şey var Kendinizi Bul’un. Hayatın tüm sırrı orada gizli. Nasıl mı? İşte onun da sırrı yine kendi içinizde. Oturup sorun ona ne istiyorsun? Kimsin? Nereden geldin? Niçin varsın? Ne zaman geldin? Sence mutluluk nedir? Sen Ne İstiyorsun?

Gerçekten siz ne istiyorsunuz? Kimsiniz? Sorun kendinize… Ateşleyin içinizdeki fitili ve yakın hayatınızın ışıklarını. Çıkın dışarı, vakit aydınlanma vaktidir. Vakit, Kendini Bul’ma vaktidir.

Yazar: Murat Tali


8 Mart 2014 Cumartesi

Kendinize Güvenin! Utangaçlık Nedir Ne Değildir? | 

Utangaçlık  insanlara hükmeder  ve  bulundukları  iş, okul veya sosyal ortamlarında onları olumsuz olarak etkiler  ve bu durum onların iletişime geçmek yerine ilişkiden uzaklaşmalarına, geri çekilmelerine neden olur.

utangaçlık
İnsanlığın varoluşunda başka insanlarla ilişki kurmak ve iletişim içinde olmak için içsel bir dürtü vardır. İletişim, etkileşimle kendimizi ifade ederek gerekli iletiyi karşımızdakine iletmektir.  Bunu doğal olarak kolaylıkla yapabilen insanların yanısıra  ilişkilerinde aşırı sıkılganlık, düşük benlik saygısı ve reddedilme korkularına dayanan nedenlerle kendilerini ifade edemeyen insanlarda vardır ki, onlar için “Utangaç” tabiri kullanılır.
utangac2
Utangaçlık  insanlara hükmeder  ve  bulundukları  iş, okul veya  sosyal ortamlarında onları olumsuz olarak etkiler  ve bu durum onların iletişime geçmek yerine ilişkiden uzaklaşmalarına, geri çekilmelerine neden olur. 

Utangaç insanları nasıl anlarız?

- Bazıları kendilerini üstün bir insanmış gibi görebilirler. Böylesine bir durumda da insanların çoğuna karşı kabulsüzlüklerinden dolayı nefret duygusu yaşarlar. Çünkü etraflarındaki pek çok şeyi aptalca veya cahilce değerlendirirler.
- Bazıları çevrelerine karşı yabancılaşma duygusu yaşarlar. Bunlar klinik olarak utangaç olarak tanımlanırlar ve sosyal becerilerden yoksun oldukları için çevreleri tarafından dışlanırlar. Bu dışlanmışlığın getirdiği kızgınlık duygusuyla kendilerini yabancılaşmış hissederler. Diğer insanlardan soyutlanmaları onların empati duygusunu duymalarını engeller. Bu durumda onların diğer insanları insan olarak görmememeleri ve onlardan intikam alma isteğini uyandırabilir.
- Bazıları bulundukları ortamda uyum sağlayamadıkları için asosyal bir kimlik sergilerler.Utangaçlık onları adeta esir almıştır. Kendi düşüncelerinden çok başkalarının ne dediği önemlidir. Başkaları tarafından değerlendirildiklerini düşünürler. Böylece kendileri hakkında gerçekçi olmayan sosyal karşılaştırmalar yaparlar.  Bu sayede kişiliklerine olumsuz geri bildirimde bulunarak da utangaçlıklarını artırırlar. utangaç

Utangaçlar nasıl bir ruh halindedirler ?

- Herkesin onları izlediğini ve yargıladığını düşünürler.
- Bulundukları ortama ısınmakta güçlük çekerler.
- Ergenlik dönemlerinde utangaçlıklarının üstesinden gelmek için alkol veya uyuşturucu kullanırlar.
- Gelişimle ilgili sorunlar için daha fazla zamana ihtiyaçları vardır.
- Toplumsal destekten kendilerini geri çektikleri için mahrum kalırlar.
- Kendileri hakkında gerçekçi olmayan sosyal karşılaştırmalar yaptıklarından kendileriyle ilgili olumsuz değerlendirmeler yaparlar.
- Kendi yetersizliklerine odaklanırlar.
- İlişki başlatmada sıkıntı çekerler.
- Başkaları tarafından farkedilmemelerine neden olan silik kişilik sergilerler.
- Genelde iletişimde  bütün işi başkalarının yapmalarını, onlara yaklaşmalarını  ve onları bu utangaçlık ortamından çekip çıkarmalarını beklerler.

Utangaçlık duygusunu aşmak için ne tür yollar izlemelidirler?utangaçlık

- Kendi yetersizliklerine odaklanmak yerine bulundukları ortamda çoğu insanın kendileri gibi olduklarını farketmeleri gerekir ki bu onların toplumun gözdesi değil kendileri gibi izleyicisi olduklarını algılamalarını sağlar.
- Birisiyle yakın bir ilişkiye girmek utangaçlık duygusunu ortadan kaldırır.
- Kendilerinde kendilerinin başlatacağı bir değişime ihtiyaç vardır. Dışa dönük davranışlar bilinçli dönüşümü gerçekleştirir.
- Sosyal becerilerini artırarak , başkalarıyla birlikte zaman geçirmeleri gerekmektedir.
- Gerçek benliklerine karşı güven duygusunu geliştirmelidirler.
- Sosyal medya ortamlarında dışa dönük olmayı seçmek yerine gerçek sosyal ortamlarda varlık göstermeleri kendilerini geliştirmelerine katkı sağlar.
- Kendi iç dünyalarına dönüp  güvensizlikerine yönelmek yerine çevrelerindeki insanların daha fazla farkına varmaları gerekir.
- Sıkılganlıkları yerine öz bilinçlerinin farkına varmaları önemlidir.
- Utangaç insanlar başka insanların hayatlarına odaklandıklarında kendi utangaçlık duyguları kontrol dışı kalır.
- Kendi güçlü, usta yanlarımızın farkına vararak, yaşamımızda onlara yer vermek gerekir.
Sonuç olarak; ortaya çıkan bu sosyal fobiden kurtulmanın en temel adımı kendimize olan güvenimizi artırmak , kendimize inanmak , usta, güçlü yönlerimizi farketmek, düşünce biçimimizi ve  hareketlerimizi değiştirmek, sosyal becerilerimizi geliştirmek ve  fobinin oluştuğu anda kendimize odaklanmak yerine dikkatimizi çevremizdekilere yöneltmek suretiyle başarabiliriz.
Farkedelim, farkettirelim…

Yazar: Rüya Yüksel

6 Mart 2014 Perşembe


Okumak Gelişime Açılan Kapıdır

Yazar: Deniz Taşkın
Nasıl ki her kapı ardında bambaşka bir alem saklıyor ve o aleme açılıyorsa okumak da içinde huzuru barındıran, gelişime açılan bir kapıdır. Bu kapıdan içeri girmek ise değişime cesareti olanların hakkıdır. Bu kapıdan giren elbette yenilenmiş, arınmış biri olarak çıkar.
okumak gelişmektir

Okumanın Manası Gelişmektir

Okumanın manası gelişmektir, arınmaktır, kendini ve tüm evreni keşfetmektir.
Okumak; zihinsel, bedensel ve ruhsal yönden gelişime yol açar. Bu ister bir kitap olsun ister bir gazete isterse takvim yaprağının arkasındaki yazı olsun, okunan her şey okuyanda bir etki bırakır. Okumadan önceki durumunuz ile okumadan sonraki durumunuz arasında fark oluşur. Artık siz eski siz değilsinizdir. Birçok yönden değişimi hissedersiniz. Belli bir zaman sonra bilgi dağarcığınız genişlemeye başlar, konuştuğunuz dile hakim duruma gelip güzel ve akıcı konuşmanızla sizi dinleyeni olumlu yönde nasıl etkilediğinize şahit olursunuz.
Beynin en iyi ilaçlarından biri de okumaktır. Beyin, sanılanın aksine aslında tembel bir organdır ve sağlıklı çalışması ve gelişmesi için yeniliklere ihtiyacı vardır ve bu ihtiyacı en iyi okumak karşılar. Çünkü okumak ile her şeyden önce yeni şeyler öğrenmiş olur insan. Zihinsel ve ruhsal yönden verdiği dinçlik bedene de yansır. Uzmanlara göre hafızayı kuvvetlendirerek Alzhemier riskini ciddi oranda düşürmektedir.

Okumanın Ruhsal Gelişime Katkısı

Okunan, okuyana bir mesaj vermek ister, amacı her zaman okuru bir önceki halinden daha gelişmiş bir birey haline getirmektir. Fakat bu amacın gerçekleşmesi okunan bilgilerin yanı sıra okuyanın niyetine ve okuduklarını düşünmesine bağlıdır. Özellikle ruhsal gelişim bu bağ ile ortaya çıkar. Okuyanın niyeti eğer farkındalık kazanmak, kendi potansiyeline ulaşmak ise okudukları hem kendine hem de yaşadığı çevreye, topluma yarar sağlar. Aksine kötü niyetli birinin elinde okunan bilgiler kötü niyetin kurbanı olabilir ve bunun örneklerini de çevremizde görmekteyiz. Bu şekilde olduğunda maalesef okumanın gerçek manasına ulaşılmaz.
Okumak ve okunulanları düşünmek, önyargıları yok ederek bakış açısını genişletir. Aynı olaya farklı bakış açıları kazandırır. Kendi kişisel görüşümüzden sıyrılıp tarafsız bir gözle bakmamızı ve bu sayede de olanı olduğu şekliyle anlamamızı sağlar.
Kitap okumak mutluluğun yolunu açar. Mutluluk, iç huzurun sağlanması halidir. İstediğiniz her şeye sahip olsanız bile iç dünyanızda doldurulmayacak boşluklar varsa tüm dünya önünüze serilse yine mutlu olamazsınız. İşte mutluluğun tanımı olan iç huzuru yakalamanın yollarından biri de okumaktır. Tüm sıkıntılar, üzüntüler, dertler, sorunlar bilgisizlikten ötürü değil midir? Kişi, kendi içindeki ve evrendeki bilinmeyenleri okumanın verdiği farkındalık ile keşfeder.
okumak devadır
Sıkıntılı günlerden, karamsarlıktan, çaresizlikten kurtulmanın çaresidir okumak. Her derde deva denir ya okumak neredeyse her derde deva niteliğindedir. Bilinmeyen bilinir hale gelir ve anlaşılırsa böylece insan derdinin şifasını bulur. Ruhsal sıkıntınızda elinize bir kitap alıp okuduğunuzda hem sizi farklı bir aleme götürüp sıkıntınızdan uzaklaşmanızı sağlar hem de çevirdiğiniz sayfalarda sıkıntınızın sebebini ve çaresini bile bulabilirsiniz. Okumak, okuduğunu düşünmek ve anlamak, zihni berraklaştırır ve gönül gözünün açılmasını sağlar. Gönül gözü açık olan bedensel, zihinsel ve ruhsal bir dinginlik içerisindedir. Anlayış da kabul vardır, okuduğunuz bir konuyu anladığınız vakit o konuya olan şüpheci düşüncelerinizden ve önyargılarınızdan kurtulmuş olursunuz ve anlamakla beraber derin bir rahatlama ve huzurun içinize dolduğunu da hissedersiniz. Yanlış anlaşılmalar beyni ve kalbi kemiren kurtlardır. Eğer ki okunan sözlerin gerçek manası çözülür, anlaşılırsa işte o zaman zihin ve kalp arınır, şifalanır.
kitap insan
Okumak zamanla kendi içindeki kitabı bulmaya yani kendini bilmeye yöneltir insanı. Bunu başarabilen, bu yolda olan insan okumasını bilendir. Hem kendini hem diğerlerini hem evreni. Kendi içindeki kitabı okuyabilen, birliği görüp diğer insanları da okuyabilir. Yani karşısındaki insanı anlar, onun neyi ve neden yaptığının farkındadır. Kitap nasıl bilgi veren ve öğretici bir kaynaksa her insan da böyledir. Okumasını bilen insan, yargılamadan gözlemlemeyi başarabildiği için karşısındaki konuşmasa bile onu duyar, görür ve hisseder. O insanın davranışlarından neler yaşamış olduğunu, o an nasıl bir durum içinde olduğunu okuyabilir. Aynı zamanda onun bir öğretici olduğunu da bilir kitap gibi. İnsan insana çok şey öğretir aynasıdır çünkü kendinin. Karşınızdakine yargılayıcı gözle değil de anlama niyetiyle baktığınızda kendiniz gibi onun da bir öğretici, bir kitap olduğunu göreceksiniz.
okumayı bilmek
Okumanın iyisi kötüsü olmaz. Okunan her şey, insanı geliştirmeye ve öğretmeye yöneliktir. Yalnızca neyi okuyacağını, nasıl okuyacağını, hangi kitaba ihtiyacı olduğunu bilmeyen insanlar vardır ve bu da okumanın okuyanda etkisini azaltır. Bir kitap alır okursun ve o kitap bittiğinde sana anlamsız gelebilir hâlbuki okunan hiçbir şey anlamsız değildir. Sadece onu okumanın senin için doğru zamanı değildir. Belli hayat tecrübelerinden sonra kazandığın farkındalıklarla o kitabı eline tekrar alıp okumaya başladığında ise bu sefer o kitap etkisini gösterir. Kitapta söylenmek istenenleri anlar durumuna geçer insan ve işte o zaman anlar ki hangi kitabın ne zaman, nasıl okunması gerektiğinin de bir kuralı varmış. Kendi ihtiyaçlarını bilip kendini tanıyan biri neyi, ne zaman, nasıl okuyacağını bilir ve bu bilinçle okumaya devam eden biri okuduklarından aldığı farkındalıklar ile içinde bulunduğu olumsuz koşulları geliştirme gücüne sahip olur. Hayatının direksiyonunu kendi eline alır ve dolu dolu yaşamanın verdiği keyifle hayatına devam eder.
Gelişmek ve geliştirmek için okumaya açın kalbinizi. Okumayı sevip de kitap almaya maddi gücü yetmeyenler için kitap gönderiminde bulunmak isteyenler ise Sevgili kalemdaşım Serpil Çavuşoğlu’nun üyesi olduğu Umut Treni Derneği ile irtibata geçebilir.
Umut Treni Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği
Adres: Yalı Mah. İstasyon Cad. No: 6 D: 4/C Beşçeşmeler – Maltepe / İSTANBUL
Tel: (0216) 305 42 45

Mutluluk neden birçok insan için en değerli duygudur?


mutluluk
Günümüzde bireyler bir ilişkiye girmeyi ve bir partner edinmeyi aslında çok yanlış bir beklentiyle istiyorlar: Mutlu olmak. Bu durum, birçok ilişkinin kısa soluklu olmasına ve tarafların bir süre sonra mutsuz olmalarına neden oluyor.
Mutlu olmak için başka bir insana ihtiyaç duyuyor olmak, kişilerin mutlu olabilmek için seçtikleri yollardan biri; ancak sonunda gerçek mutluluğa ulaşılması çoğu zaman mümkün değil.
Gerçekçi olmak gerekirse, eğer zaten mutlu değilseniz başka bir insanın sizi mutlu etmesini beklemeniz ütopik olacaktır. Çevrenizdeki insanlar sizi daha mutlu kılabilir, ancak bunun için mutlu bir hayat sürüyor olmanız ve önce kendi kendinizi benimsemiş olmanız gerekiyor. Aksi taktirde yaşadığınız anlık mutluluklar bir süre sonra ortadan kalkacak ve sizi, mutsuzluğunuz nedeniyle çevrenizdeki insanları suçlamaya itecektir. Eğer birlikte olduğunuz kişi mutluluğunuzun tek kaynağıysa, gelecekte mutsuzluğunuzun da kaynağı olabilecek potansiyele sahiptir.
Hayatınızda gerçekten sizi mutlu edebilecek insanlar olmasını istiyorsanız, önce yaşam tarzınızda değişikliğe gitmeli ve hayatınızdaki insanlardan önce kendinizi değiştirmelisiniz.

Mutlu olmak sizi görünür kılar

görünür kılar
Yeni insanlarla tanışmak istediğimizde genelde içine kapanık ve mutsuz gibi görünen değil, mutlu ve enerjik görünen kişilere yöneliriz. Ancak unutulmaması gereken önemli bir nokta var: Mutlu insanlar çevrelerinde mutlu insanları barındırmak isterler. Yani, enerjik insanlarla beraber olabilmenin ve hayatınızı daha mutlu kılmanın en önemli kuralı, öncelikle kendinizin mutlu olmasıdır. Mutluluk aynı zamanda değişime ve gelişime açık olmayı gerektirir.

Mutlu olmak özgüven verir

özgüven
Gerçek mutluluk kendi kendine ortaya çıkmaz. Bireyler mutlu olabilmek için sevdikleri aktiviteleri yapmaya, farklı şeyler denemeye ve yeni insanlar tanımaya çalışırlar. Uzun süreli bir çalışmanın ürünü olan mutluluk, kimsenin kaybetmek istemeyeceği bir şeydir. Bunu sağlamak da mutluluğu mümkün olabildiğince uzun süreli ve kalıcı kılmaktan geçer.
Kalıcı mutluluğu yakalamış olan insanlar, kendileri ve yapabilecekleri konusunda yüksek farkındalığa sahiptir ve bu nedenle bu kişilerin özgüveni diğer insanlara göre daha yüksektir.

Mutlu olmak sizi çekici kılar

mutlu insanlar çekicidir
Bir bireyin mutlu olup olmadığını dış görünüşüne bakarak rahatlıkla ayırt edebiliriz. Özellikle karşınızdaki kişi tanıdığınız biriyse, mutlu olduğu zamanları mimiklerinden, konuşmalarından ya da vücut dilinden anlayabilirsiniz. Mutluluğun tek belirtisi gülmek ya da kahkaha atmak değildir. Mutlu insanlar duygularını vücutlarındaki her harekette, duruşlarında, konuşmalarında taşırlar. Etraflarına daima pozitif enerji yayarlar. Bu enerji nedeniyle de çevrelerindeki insanları kendilerine çekerler ve daima aranılan bireyler olurlar.

Mutlu insanlar güçlüdürler

güçlüdürler
Mutluluk, elde edilmesi kolay olan bir duygu değildir. Beklentilerimizin gerçekleşmesiyle doğrudan ilgilidir ve bu da uzun bir çalışma sürecini beraberinde getirir. Bazı insanlar küçük şeylerle mutlu olabildiklerini iddia etseler de, insanın doğasında daima en iyiyi istemek ve mükemmele ulaşmak arzusu vardır.
Güçlü olmak, istediğimiz şeyleri elde etmekle bağlantılı olan bir durumdur ve isteklerimize ulaşmak beraberinde mutluluğu getirir. “Güçlü olan kişilerin hepsi mutludur” diye bir yargıya varmak doğru olmamakla birlikte; “Mutlu olan kişiler güçlüdür.” demek yanlış sayılmaz.
UpLifers..

Farkındalığınızı Artıracak 5 Kişisel Gelişim Kitabı Bir Ömür Nasıl Yaşanır? – İlber Ortaylı “Kendimi geliştirmek istiyoru...